Yönetmenlerin Estetik Tercihleri: Dijital ve Analog Arayışlar

0
Yonetmenlerin-Estetik-Tercihleri-Dijital-ve-Analog-Aray1_lar

Her yönetmen, kendine has bir sinemasal dil ve güzel duyu kurmak için değişik tercihler yapar. Bu tercihler, kullanılan kamera formatından renk paletine, sahne düzenlemesinden kurgu ritmine kadar geniş bir yelpazeyi kapsar. Günümüz sinemasında bilhassa dijital ve analog teknikler arasındaki seçimler, yönetmenlerin güzel duyu yaklaşımlarını bariz şekilde etkiliyor. Kimileri dijital teknolojinin sunmuş olduğu imkanları sonuna kadar kullanırken, kimileri geleneksel film şeridinin büyüsüne ve eski usul yöntemlere sadık kalıyor. Peki bu tercihlerin arkasındaki motivasyonlar neler ve neticeleri ekrana iyi mi yansıyor?

Film vs Dijital: Format Savaşı mı Estetik Seçim mi?

Son yıllarda yönetmenler içinde sıkça duyduğumuz bir tartışma: Filmi (analog 35mm ya da 70mm film stokunu) tercih etmek mi, yoksa dijital kameralarla çekim yapmak mı? Ünlü yönetmen Christopher Nolan, filmin savunucularından biri olarak tanınıyor. Nolan, yapabildiği her projede reel film stoğuyla çekim yapıyor, hatta IMAX gibi büyük format film kameralarını kullanmayı seviyor. Ona göre film, görüntüye organik bir doku ve derinlik katıyor; dijitalin birtakım durumlarda “fazla kusursuz” olabilen netliğinden kaçınarak hikâyeye nostaljik ve zamansız bir his veriyor. Benzer şekilde Quentin Tarantino da dijital çekime mesafeli yaklaşıyor ve bunu sıklıkla dile getiriyor. Tarantino, dijital çekimi “vejetaryen hamburger yemek” benzetmesiyle eleştirip, reel film şeridi ile çalışmanın beyaz perdenin ruhuna makul bulunduğunu savunuyor. Nitekim son filmi The Hateful Eight’i 70mm geniş film formatında çekip hususi gösterimler düzenleyerek bu tutkusunu kanıtladı.

Öte yandan, dijital teknolojiyi bağrına basan ve bunu estetiklerinin merkezine koyan yönetmenler de var. David Fincher gibi isimler, dijital kameraların sağlamış olduğu esnekliğin ve pak imaj kalitesinin taraftarı. Fincher, The Social Network ve Gone Girl gibi filmlerini dijital olarak çekti ve dijital post-prodüksiyon tekniklerini yoğun bir biçimde kullandı. Onun filmlerinin soğuk ve keskin resim tonu, dijitalin imkanlarıyla birebir örtüşüyor. Fincher oldukça fazla yeniden çekim yapmasıyla ünlü; dijital kameralar vasıtası ile onlarca çekimi film maliyeti derdi olmadan yapabiliyor, düşük ışıkta dahi tutarlı sonuçlar alabiliyor. Bu da ona öyküsünü en ince detayına kadar işleme fırsatı veriyor. James Cameron da dijital çağın öncülerinden; Avatar serisinde tamamiyle dijital kamera ve 3D teknolojilerini kullanarak yeni bir resim dünya yarattı. Onun tercihleri, dijitalin sınırlarını zorlayıp izleyiciyi daha ilkin görmediği görüntülerle buluşturmak üstüne kurulu.

Burada mühim bir nokta, film vs dijital tercihlerinin bir “iyi-kötü” meselesi değil, anlatılmak istenen hikâyeye makul araçları seçme meselesi oluşu. Örneğin, Patty Jenkins, Wonder Woman 1984 filmimizde 1980’lerin dokusunu yansıtmak için birtakım sahneleri filmle çekmeyi tercih etti. Buna rağmen Michael Mann, Collateral (2004) filmimizde Los Angeles gecelerinin realist dokusunu yakalamak için dijital kameraların düşük fer hassasiyetinden yararlandı ve kent ışıklarını olduğu gibi kaydetti. Her iki yaklaşım da kendi hikayesinin atmosferine hizmet eden güzel duyu birer karar.

Renk Paleti ve Atmosfer

Yönetmenlerin güzel duyu tercihleri yalnızca hangi kamera ile çektikleriyle sınırı olan değil, bunun yanı sıra filmi iyi mi görselleştirdikleriyle de ilgili. Renk paleti, bir filmin duygusunu iletmede kritik bir vasıta ve bir oldukça yönetmen bilgili olarak orijinal renk dünyaları kuruyor. Örneğin, Wes Anderson dendiğinde akla pastel tonlar, bakışımlı kompozisyonlar ve masalsı bir atmosfer geliyor. Anderson, her sahnesinde renkleri adeta bir tablo gibi düzenliyor; kostümlerden set dekoruna kadar ahenkli ve ayırt edici bir palet kullanıyor. Bu güzel duyu tercih, onun filmlerine derhal tanınmış bir hüviyet kazandırıyor ve izleyiciye daha ilk kareden bir “Wes Anderson filmi” izlediğini hissettiriyor.

Bunun zıttı yönde, David Fincher ya da Denis Villeneuve gibi yönetmenler daha soğuk, nötr ya da tek bir ana rengin hakim olduğu paletlerle çalışabiliyor. Fincher, Zodiac ya da The Girl with the Dragon Tattoo gibi filmlerinde yeşil-mavi tonların ağırlıkta olduğu, kasvetli bir renk dünyası kurarak stres hissini destekliyor. Villeneuve ise Blade Runner 2049‘da cesurca turuncu ve teal (camgöbeği) tonlarını yüz yüze getirip distopik geleceği resim olarak kuvvetli bir halde aktardı. Renk kullanımındaki bu tercihler, yönetmenin bahsetmek istediği temayı pekiştiren birer imza oluyor.

Bazı yönetmenler renk konusu ile ilgili köktencilik kararlar da alabiliyor. George Miller, Mad Max: Fury Road‘un deli post-apokaliptik dünyasını iletmek için kontrastı aşırı yüksek, neredeyse yanmış gibi gözüken turuncu çöl ve mavi gece tonlarını kullandı. Filmin “Black & Chrome” isminde tamamiyle siyah-beyaz bir sürümünü da çıkararak, rengin ötesinde kompozisyonun enerjisini vurgulamak istedi. Pavel Pawlikowski gibi yönetmenler ise Cold War ya da Michael Haneke The White Ribbon gibi filmlerinde en baştan siyah-beyazı tercih ederek, hikayeyi dönemsel bir atmosferde ya da zamansız bir estetikte sunmayı seçtiler. Siyah-beyaz tercih, muasır bir filmimizde bile seyircide değişik bir duygu durumu yaratabiliyor – nostalji, tarihsellik ya da tecrit hissi gibi.

Görsel Efekt ve Gerçeklik Dengesi

Modern sinema, resim efektler bakımından sınırsız imkanlar sunuyor olsa da, yönetmenler bu hususta da değişik yaklaşımlar sergiliyor. Christopher Nolan yine bu mevzunun uç örneklerinden: olası olduğunca kolay (gerçek) efektler kullanmasıyla biliniyor. Inception‘da dönen koridor sahnesini reel bir dönen set inşa ederek çekti ya da Interstellar‘da feza aracı ve kara delik görsellerinde oldukça fizyolojik model ve çekim kullandı. Nolan’a göre, kameranın önünde somut olarak mevcud şeyler, seyirci tarafınca bilinçdışı da olsa hissediliyor ve filmin inandırıcılığını artırıyor. Bu yüzden CGI kullanımını minimumda tutup, maket, miniatura, dublör gibi eski usul tekniklere yöneliyor.

Buna karşılık, Marvel Sinematik Evreni gibi büyük stüdyo projelerinde vazife alan yönetmenler, dijital efektlerin getirmiş olduğu özgürlükten faydalanmayı seçiyorlar. Yeşil monitör önünde aktörlerle çalışıp dünyayı post-prodüksiyonda yaratmak, çizgi romanlardaki sınırsız hayal enerjisini perdeye yansıtmalarını sağlıyor. Ancak burada bile her yönetmen kendi dengesini kuruyor. Örneğin, Jon Favreau, The Jungle Book (2016) filmimizde neredeyse tamamiyle dijital bir orman ve hayvanlar yaratırken, olası olan yerlerde reel set parçaları ve kuklalar kullanarak çocuğun performansını destekledi. Yani en dijital gözüken projede bile, yönetmenin güzel duyu tercihleri devrede oluyor.

Çerçeveleme ve Hareket Tarzı

Yönetmenlerin güzel duyu imzasını belirleyen bir öteki neden da kameranın kullanım şekli: Kadrajlar iyi mi oluşturuluyor, kamera hareketleri neye hizmet ediyor? Stanley Kubrick‘in filmlerini düşünelim: bir oldukça sahnede oldukça dengeli, merkezi bir kompozisyon ve yavaş, ölçülü kamera hareketleri görürüz. Bu tarz, Kubrick’in anlatımına bir büyüleyicilik ve tedirgin edici bir seviye hissi katar. Benzer şekilde, günümüz yönetmenlerinden Yorgos Lanthimos da enteresan geniş açılı lens kullanması ve bakışımlı kadrajlarla sıra dışı bir güzel duyu yakalıyor, bu da filmlerinin garip atmosferini güçlendiriyor.

Diğer tarafta, Paul Greengrass ya da Kathryn Bigelow gibi yönetmenler, bilhassa aksiyon ve stres sahnelerinde elde kamera (handheld) kullanarak dinamik ve belgeselvari bir gerçeklik duygusu yaratmayı tercih ediyor. Greengrass’in Bourne serisindeki hızlı, sarsıntılı kamera çalışması, izleyiciyi kovalamacanın içerisine yerleştirip soluk nefese bırakmasıyla meşhur. Bu, tamamiyle bilgili bir güzel duyu tercih: derli toplu ve pak aksiyon sahneleri yerine kaotik ve dağınık görüntülerle karakterin yaşamış olduğu adrenalini izleyiciye geçirmeyi hedefliyor.

Aynı şekilde Alejandro González Iñárritu, Birdman filmimizde neredeyse tamamı tek plan hissi veren uzun çekimlerle karakterin zihinsel yolculuğunu kesintisiz bir halde aktardı. Bu seçim, filmi sanki bir tiyatro oyunu gibi soluksuz izletirken, karakterin üstündeki baskıyı da izleyene hissettiren bir güzel duyu vasıta oldu.

Sonuç: Estetik Tercihler Hikâyeye Hizmet Eder

Yönetmenlerin değişik güzel duyu tercihleri, sinema sanatının zenginliğini oluşturuyor. Dijital ya da analog, renkli ya da siyah-beyaz, sabit ya da dinamik kamera… Her tercih, doğru kullanıldığında filmin ifade enerjisini katlıyor. Burada mühim olan, yönetmenin kendi vizyonuna İdeal araçları seçebilmesi. Teknoloji ne kadar gelişirse gelişsin, nihayetinde bu tercihler bir amaca hizmet ediyor: Hikâyenin duygusunu ve temasını en çarpıcı şekilde izleyiciye aktarmak.

Günümüz yönetmenleri içinde kimileri klasiklere selam durup eski teknikleri yaşatırken, kimileri yenilikçi yöntemlerle beyaz perdenin sınırlarını zorluyor. Bazıları ise her ikisinden de gerektiğinde faydalanan dengeli bir yaklaşım benimsiyor. Bu çeşitlilik, seyirci olarak bize birbirinden değişik resim deneyimler sunuyor. Sinema perdesi, yönetmenin paleti haline geliyor; ve her yönetmen bu paletten kendi renklerini ve fırça darbelerini seçerek benzersiz bir tablo ortaya koyuyor.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir